Sene 2019 sonbaharı. Elime Hamlet'i ciddi akademik kuruntularla ilk alışım. Benedict Cumberbatch'i Hamlet'in giysilerine ne kadar yakıştırırsam yakıştırayım benim için tüm zamanların Hamlet'i, lifetime filmim There Will Be Blood yıldızı Daniel Day-Lewis olmuş. 1989 tarihli gösterinin güncel bir kopyasını bulabilmek için yana yakıla National Theatre arşivi karıştırdığım zamanlar. Biraz geçiyor, allı sarılı Laurence Olivier ile idare etme kararı alıyorum. Neden sonra Hamlet akademik bir evhamdan öteye, kişisel bir vehme dönüşüyor benim için. Elime orijinal metni aldığım ilk gün anlıyorum Hamlet'in "eli böğründe" bir genç olmadığını. Kaosa en yakışanın yine anadili olduğu fikrinde karar kılıyorum. İşte o gün diyorum tamam, Shakespeare'e Türkçe'nin serin, tasasız kıyılarından bakmayacağım. Ophelia'nın "su içen etekleri"* ve Kral Lear'ın "geniş etekli otlakları"** ifadelerinin halesi etrafında bir "etek" mitosu oluşuyor birden ki bu tabir Shakespeare'in bendeki nişanesi oluyor. Okuyacağınız makalenin çevrilişi de bugün, bir dili bilmekle çevirinin apayrı birer ilim olduklarının bilincinde oluşum ve olanca yeniyetmeliğime rağmen Hamlet'le başlayan bu müstehzi uğraşın şerefine, bu birkaç yüzyıllık Britanyalı eteğin yanı başına oturabileyim diye.
- S.Ş.
Bu çeviriyi yaparken geçirdiğim süre boyunca, Lear'ın imgesine yakışır Ian McKellen gibi bir örneğe rağmen aklımda Cüneyt Gökçer'in Lear'ı vardı. Ruhu huzur bulsun.
Shakespeare’in Kral Lear’ı, Lear’ın, ölümünden önce krallığını üç kızı arasında bölüştürmeye karar vererek aile verasetinin*** doğal düzenini hiçe saymasıyla başlar. Tipik bir insan doğası örneği olarak Lear, büyük iki kızı Goneril ve Regan'ın dalkavukça yaltaklanmalarından etkilenirken dürüst ve müşfik kızı Cordelia öylece ortada bırakılır. Oyunda yer alan insan doğasının en dikkate değer yönü, Lear'ın iki kızı ve kocalarının ve elbette ki Edmund'un muzdarip olduğu açgözlülüktür. Lear'ın kendisi bile haris bir nedenle böler krallığını; her türlü sorumluluktan azade kral olmanın tüm ayrıcalıklarını sürdürecektir. Mülayim ve masum Cordelia’nın kız kardeşlerinin hainliği karşısında pek şansı yoktur. Oyunda “iyi olmak” ödüllendirilmez; bu da meydana gelen olaylarda Tanrı'nın parmağının olmadığı fikrine salar muhakememizi. Bunun yerine, neticeyi yöneten, en makbul niteliklerin hırs ve hile olduğu bir tür Darwinci doğal seleksiyon anlayışının olduğu doğadır.
Oyun, Hıristiyanlığın yükselişinden önce geçse de, Hıristiyan bir seyirci kitlesi için yazılmıştır. Birçok İngiliz protestan, Tanrı'nın herkes için bir planı olduğuna, evrende olan her şeyin belli bir sebeple gerçekleştiğine ve sonunda tümsel bir faydaya**** öncülük edeceğine inanıyordu. Ancak bu oyunda bu inancı bilhassa göremeyiz çünkü oyun sonunda Cordelia'yı kurtarmaya kafi gelmeyen Edgar'ın Edmund'u yenmesi dışında, iyinin kötülüğe galip geldiği bir mutlu son yoktur. Edgar'ın Edmund'u mağlup edişi, yalnızca üvey kardeş olmalarına rağmen İncil'deki Habil ve Kabil’i anımsatan bir kardeş katlidir özünde. Oyunda olanlar tümsel faydaya dönükmüş izlenimi bırakmazlar, oyun sonu itibarıyla artık kral ve tüm kızları ölüdür; İngiltere, Albany veya Edgar’ın kontrolü altına bırakılmıştır. Tersine, mutluluğu isteyen ancak bunu hak etmek için hiçbir şey yapmayan erkek ve kadınların açgözlülüğü aracılığıyla yön alır oyun. Oyunun trajik finali, kaos ve ölüm haricinde vadedilmiş bir sonu olmayan nihilist bir bakış açısı yansıtır.
Krallığını bölmekle Lear, kral olmanın tüm sorumluluklarından el etek çekmeyi, buna karşın tüm menfaatlerini elinde bulundurmayı diler. Bu, kızlarının sahip olduğu açgözlülükten ayrı bir açgözlülük formu olsa da yanlıştır şüphesiz. Bu gücünü elinde tutarak sürdürme arzusu, Lear’ın, Kent’i tahttan indikten kısa bir süre sonra sürgün etmesiyle açıklığa kavuşur:
Beni dinle hain!
Ettiğin bağlılık yemini hakkı için dinle!
Değil mi ki bizi şimdiye kadar göze alamadığımız bir şeye,
Sözümüzden dönmeye sürüklemek istedin,
Değil mi ki o aşırı gururunla kararımızla iktidarımız
arasına girdin,
Karakterimizin de, mevkiimizin de katlanamayacağı
Böyle bir küstahlıkla bulunabilecek cüreti gösterdin, (1.1.170-174)
Lear’ın burada insan doğasını zikretmesi ironiktir*****, çünkü ölümünden önce krallığını bölüştürmekle var oluşun ve doğanın tabii düzenine karşı çıkan bizzat kendisidir. Cordelia’yı sürerek fıtri baba-kız ilişkisine aykırı düşer ve Kent’i krallıktan sürmek için artık elinde olmayan gücü kullanmaktadır. Lear, Goneril’e, topraklardan kendi payını verdiği esnada, krallığını tabiata ilişkin terimlerle betimleyerek hayli iştahını artırır kızının, “Bu sınırdan şu sınıra kadar olan toprakları,/ Gölgeli ağaçlıkları, zengin ve bereketli ormanları, / Gürül gürül akan ırmakları, geniş otlakları,” (1.1.63-65) Bu aynı zamanda onun doğa ile olan ilişkisi ve doğaya hakimiyetini de gösterir. Tüm bu cömert tabii kaynakları betimleyişi, Goneril ve Regan’ın ağızlarını daha fazla sulandırır yalnızca ve alacakları topraklardan daha büyük bir pay kazanmak emeliyle birbirlerinin üstesinden gelmek için komplolar tasarlamalarına yol açar. Cordelia, kız kardeşlerinin yaptığı suretle babasını pohpohlamayı reddettiğinde Lear, kızını krallıktan sürmek adına bir kez daha doğaya başvurur, “Güneşin kutsal ışınları üstüne,/ Hekate’nin ve gecenin gizli törenleri,/ Yaşama, ölüme hükmeden yıldızların etkileri üstüne/ Yemin ederim ki, bugün burada/ Tüm babalık haklarını, aile ve kan bağını yok sayıyorum,” (1.1.109-114) Burada Lear, öz kızıyla bağlarını kopararak doğaya, kendisiyle eş zamanlı olarak onu reddetme çağrısında bulunur.
Doğa bu oyunda genellikle kişileştirilir; Lear’in dünyasındaki bir pagan tanrısıdır o. Kent’in sürülüşünden sonra Lear, Cordelia’yı “Doğanın bile yaratmaktan utandığı bir alçak” (1.1.215-216) olarak niteler. Şu var ki bu bağlamda, Doğa'nın utandığı biri olmak o kadar kötü bir şey midir? Lear’ın dünyasında doğa, aynı zamanda Lear’ın içsel karmaşasını da yansıtan kaotik bir fırtına içerisinde görülür. Merhametli veya bağışlayıcı değildir; Cordelia gibi insani duyguları yoktur onun. Cordelia, babasının egosunu göklere çıkarmayı ve kimin babasını daha çok sevdiği gibi gülünç konular üzerine tartışmayı reddederek dürüstlüğün safını seçer. Doğada hayatın amacı, hayatta kalma ve canlı türlerinin sürdürülmesidir ve bu da hem Goneril hem de Regan’ın yaptığı gibi kendine fayda sağlamak için neye mal olursa olsun, ne gerekiyorsa yapmak anlamına gelir. Ancak Cordelia, refah ve zenginlik yerine dürüstlük ve sevgi gibi hakiki insani şeylerin yanında durarak kendini bundan ayırır.
Lear’ın atıfta bulunduğu Doğa, Edmund’un bağlılık yemini ettiği doğa ile aynıdır. Edmund, kardeşi Edgar'ın meşru mirasını almaya çalışarak toplum tarafından kararlaştırılmış mevcudiyetin doğal düzenini görmezden gelir. Gloucester’in ikisini de aynı oranda sevdiğini iddia etmesine rağmen Edmund yine de adam yerine konmadığını hissetmektedir. Kendisine ait olduğuna inandığı şeyi alma arzusunda, insan yasaları ne derse desin kardeşini alt etmek ve meşru mirasını almak uğruna, dalavere becerilerini kullanarak daha ilkel bir yol tutar. Kötü niyetlerinden haberdar olduğumuz monoloğunda doğaya şöyle hitap eder:
Ey doğa, tanrıçam sensin benim:
Ben senin yasalarının kulu kölesiyim.
Bir kardeşten on, on beş ay sonra doğdum diye
Niçin göz yumayım o baş belası göreneklerin
bana kıymasına?
Niçin izin vereyim beni mirastan yoksun bırakan
İnsanların o eleştiren bakışlarına?
Piçmişim, sefilin, alçağın biriymişim, ne hakla? (1.2.1-6)
Edmund var oluşun doğal ilerleyişini ve hayatta niçin bu çirkin durumun kendisine olduğu gibi kabullendirildiğini sorgular. Daha sonra babasını Edgar'ın onu öldürmeye çalıştığı fikrine iter ve bunu duymakla Gloucester öylesine üzülür ki bu defa onu doğayı sorgularken buluruz:
Şu son günlerdeki güneş ve ay tutulmaları hiç de hayra alamet değil. Gerçi bilimsel düşünce bu doğa olaylarını şu ya da bu nedene bağlıyor, ama insan doğası yine de bu tutulmaların ardı sıra gelen belalardan yakasını kurtaramıyor. Sevgiler soğuyor, dostluklar parçalanıyor, kardeşler bozuşuyor; kentlerde ayaklanmalar, ülkede anlaşmazlıklar çıkıyor; sarayda ihanet; baba ile evlat arasına kara kedi giriyor. (1.2.106-112)
Edmund’un planı, mektubunu Cornwall'a teslim ederek babasına ihanet etikten sonra meyvesini verir. Gloucester kör olduktan sonra, Edmund, Gloucester Dükü yapılarak entrikaları karşılığında ödüllendirilmiş olur. Bu durum ise doğal toplumsal düzenin daha hayvanî bir düzen karşısında mağlup olduğu fikrini beraberinde getirir. Lear, insanın fuzuli şeylere olan açgözlü iştiyakına atıfta bulunarak "En sefil dilencinin bile/ İhtiyacından fazlası bulunur çıkınında./ İhtiyacı olandan fazlasını vermezsen doğaya,/ Hayvanınkinden farkı kalmaz insan hayatının da.” (2.4.266-269) derken insanî ve hayvanî düzenin ayırdına varır açıkça. Goneril ve Regan’ın vahşi şehvetleri ise sadece güç değil, Edmund uğrunadır da. Ölümlerine yol açan şey aralarında alevlenen kıskançlıktır. Doğal düzen, toplumsal anlamda, kız kardeşlerin ölümüyle ve aynı zamanda Edgar’ın, Edmund'u düelloda alt ederek meşru mirasını geri aldığında yeniden kurulur. Bu, oyun boyunca İngiltere’yi tahrip ededuran doğaya karşı kazanılan ufak bir zaferdir. İnsanlık hala doğaya karşı bu savaşı kaybetmekte çünkü ilahî yönetme hakkına sahip olan meşru kral artık ölüdür; kızları da öyle.
Cordelia, kız kardeşleri gibi açgözlü bir varlık değildir; ancak insan yasaları söz konusu olduğunda, gidişatın "doğal/kurulu" düzenine bağlıdır. Babasına “Kız kardeşlerim yalnızca sizi sevdiklerini iddia ediyorlarsa,/ Niçin kocaları var?” (1.1.99-100) diye sorar. Shakespeare’in yüzyılı, kadınların evlendikten sonra kocalarının malı haline geldikleri bir zaman dilimiydi; bu yüzden Goneril ve Regan'ın babalarını her şeyleriyle, sahici olarak ve yalnızca onu sevmelerinin mümkünatı yoktu. Cordelia’nın babasına olan sevgisini asıl kanıtlayan şey ise, sarf edilen olanca sert söz ve üzerine hükmü verilen sürgünden sonra babasını gözetmek adına İngiltere’ye geri dönüşüdür.
Lear, insan doğasını sık sık hayvan doğasının terimleriyle betimler. Babası ve maiyetindeki şövalyelerine karşı pek az sabredebilen Goneril, onları sarayından uzaklaştırır. Lear, “Yalan söylüyorsun, iğrenç leş kargası!” (1.4.262) seslenişiyle bir yırtıcı kuş ile kıyaslar kızının karakterini. Kızının yalanlarıyla öyle alt üst olmuştur ki Lear, kızını kısırlaştırarak verimsizleştirmesini diler doğadan ve İncil'deki, insanın cennetten düşüşüne ön ayak olan yaratığa benzetir onu, “Bu kadın o zaman, evlat nankörlüğünün bir yılanın dişinden/ Ne kadar daha keskin olduğunu anlasın!“ (1.4.287-288)
Goneril'i, (Regan) “tırnaklarıyla yüzer, paralar senin şu kurt suratını" (1.4.307) dediğinde yırtıcı bir hayvana benzetir bir kez daha. Lear'ın gözünü açtığı ve kullanıldığını, gücünün yağmalandığını fark ettiği, meselenin özüne sahiden varılan yer bu karşılaştırmalardır.
Hem Goneril hem de Regan'ın kendisi ve maiyetindekilerin konaklamalarını reddettiğini gördüğünde, doğrudan doğruya kendisi bir hayvanın seviyesine inmiştir çünkü geriye hiçbir şeyi kalmamıştır kralın. Bir kez daha doğa ve yeryüzüne atfen “Sizi canavar cadılar sizi!/Öyle bir öç alacağım ki ikinizden de,/Bütün dünya-evet öyle şeyler yapacağım ki-/Daha bilmiyorum ne yapacağımı ama/Dehşetten sarsılacak bütün dünya!/Ağlayacağımı sanıyorsanız, aldanıyorsunuz./Hayır ağlamayacağım.” (2.4.280-285) demekle yerine getiremeyeceği bir intikam vadeder; çünkü kız kardeşler cezalarını kendi elleriyle bulurlar.
Kral ağlamayabilir; ama sanki sözleşmişçesine onun iç ıstırabını yansıtan bir fırtına ve curcuna oluşturarak doğa, onun yerine ağlamaktadır. Tıpkı insan dünyasında olduğu gibi doğada da kaos vardır; krallık karmakarışıktır ve Lear kırsalda dolaşmaktadır amaçsızca. Tek umut ışığı Cordelia'nın dönüşüymüş gibi görünse de tam anlamıyla böyledir denemez çünkü Cordelia, Fransızlar’ı beraberinde getirir ki bu, seyircilerden destek görmesi beklenilmedik bir vaziyettir.
Doğayla kurulan bağlar, trajik sona kadar sürer. Albany, zamanın geçişi ve karısının sadakatsizliğini keşfedişiyle Lear'ın safına karşı daha olumlu duygular besler hale gelir. Goneril’e “yaldızlı yılan” (5.3.86) diyerek Albany de onu bir yılanla kıyaslamış olur böylece. Yılan, nasıl ki insanın İncil’de bahsi geçen cennetten düşüşünün aracı idiyse, Goneril de Lear’ın İngiltere’sinin yıkımında rol oynamıştır. Aristoteles, trajedilerin başrolde, hayranlık uyandırıcı fakat bununla birlikte kusurlu bir karakter gerektirdiğini söyler; ****** oyunda Lear’ın bu açından kendini affettirebildiği çok az şey var. Fırtınada geçirdiği süre, nerede yanlış yaptığını anlamasına fırsat verir fakat sebep olduğu şeyleri değiştirmek için çok az şey yapar. Mesuliyet gerektirmeyen monark gücüne karşı duyduğu doyumsuz arzusudur krallığı kaosa batıran. Diğer pek çok Shakespeare trajedisinde olduğu gibi, ancak çoğu ana karakterin ölümüyle üstesinden gelinebilecek bir kaostur bu. Cordelia bile açgözlülüğün yayıverdiği bu doğal düzene kurban gider. Kendisini çevreleyen kötülüğe karşı yenilen iyiliğin bu dünyada yeri yoktur. Bu kaderci bakış açısı başlı başına trajik olmasına rağmen Lear’ın kollarında Cordelia’nın zayıf bedeni ile görünmesi hepsinden daha trajiktir. Lear, yeryüzüne dair kasvetli nihilist görüşünü şu sözlerle özetlemiş olur, “Ben çok iyi anlarım bir insanın yaşayıp yaşamadığını./Öldü diyorum size tıpkı bir toprak gibi.” (5.3.265-266) Ne ahirete dair ne de gelecek adına taşınan umutlar hakkında tartışmalar duyarız; hepi topu budur.
Bu akıbetteki trajedi öylesine içe işleyicidir ki sonraki prodüksiyonlar, finalin fazla depresif olduğu gerekçesiyle sonu değiştirirler. Lear ve Edmund'un o kadar inandığı doğaya, yeryüzüne geri dönmek dışında insan yaşamının hiçbir amacı veya anlamı olmadığını öne sürer oyun. Bu oyunda adil ve müşfik Hıristiyan Tanrısı yoktur; onun yerine amansız Doğa vardır. Cordelia gibi erdemli bir hayat yaşamak sizi kız kardeşleriyle aynı akıbete sürükler yalnızca; ölüme.